Bilim felsefesi, bilimin ne
olduğunu, bilimsel kuramların özgül yapısını, bilimsel bilginin epistemolojik statüsünü, bilimsel yöntemin (ya da yöntemlerin) anlamını, bilim alanı ve bilimsel bilginin nesnesini, bilimin gelişiminin anlamını, özet olarak bir
bütün bilimin konumu, gelişimi ve iç-yapısını değerlendiren, bunu kuramsal
düzlemde ortaya koymaya çalışan felsefe bölümüdür. Bilim tarihinden farklı olarak bilim felsefesi bu sözkonusu tarihin
kuramsal düzlemde açıklanmasını ve değerlendirilmesini üstlenir. Cemal
Yıldırım, bilim felsefesinin amacını “bilimi anlamak” olarak belirtmektedir.
Bilim ve Felsefe: Bilim felsefecileri bir bakıma
hem felsefe hem de bilim alanında yer alırlar, her iki alana birden hakim
olmaya çalışırlar. Özellikle başlangıçta bilim insanları belirli bir felsefi
etkinlik içinde de olmuşlardır. Başlangıçta bilimler felsefenin içinde yer
almaktadır; filozoflar aynı zamanda çoğu noktada bilim insanlarıydılar, birçok
bilimsel alanda bilgi sahibiydiler ve onların sentezleriyle felsefe
yapmaktaydılar. Fizik’i ve Metafizik’i yazan Aristotales bunun tipik bir örneğidir.
Bilginin gelişimi, özerk dallara ayrılması ve her bölümün kendi içinde cok daha
fazla uzmanlık gerektirmesiyle zaman içinde bilimler felsefeden ayrışmaya
başladı. Önce doğa bilimleri denilen
bilimler, sonra giderek sosyal bilimler ayrışmaya çalışmıştır. Ancak
felsefenin bilimle ilişkisi ve bilime yönelik ilgisi süreklidir. Bu süreklilik
felsefe ve bilim tarihinde gösterilebilir. Başlangıçta filozofların bilimle
ilgilenen kişiler olması ve daha sonra giderek felsefenin bilim üzerine
düsünmesi şeklinde bu ilişki süregelmiştir. Yalnızca filozofların bilimle
ilişkili insanlar olması dolayısıyla değil, bilimin ne olduğu üzerine üretilen
düşüncelerin felsefi niteliği dolayısıyla da böyledir.
Bilim felsefesine ait metinlerin
çok uzun tarihsel bir geçmişi vardır. Aristotales’ten itibaren bu iz
sürülebilir. Ama bilim felsefesi, felsefenin bir alt bölümü olarak özellikle
bilimlerin felsefeden ayrışmasının bir sonucu olrak belirginleştiği için modern zamanların ürünüdür. Francis Bacon’ın Novum Organon’u, René Descartes ’ın Metot Üzerine Konuşma’sı, Isaac Newton ’un “Felsefi Akıl Yürütmenin Kuralları” , Henri Poincaré’nin Bilim ve Hipotez’i, bir anlamda bilim felsefesinin öncü klasik metinleri
sayılabilir. 20. yüzyıldan itibaren ise bilim felsefesi tamamen özerk ve
kapsamlı bir bölüm haline gelir.
Pozitivizm, 19. yüzyılın son
çeğreğinden itibaren önermeleriyle hem bilimssel bir pratiği temellendiriyor,
hem de felsefenin sorunlarını yanıtlıyordu. Soyut bir sistem olarak felsefenin
sonu gelmiş varsayılıyordu. Ancak öyle olmadığı düşüncesi giderek yaygınlık
kazandı. Bizzat pozitizm denilen bilim düşüncesinin aşırı derecede felsefe
içerdiği otrtaya konuldu. Bilimin ya da bilimsel yöntemin ilkeleri sayılan bir
düzine kural durmadan değişime uğradı ve yerine yenileri önerildi. Nedensellik ilkesi Belirsizlik ilkesiyle savaşır durumda buldu kendisini. Kuantum fiziği gibi bilimsel gelişmelerin
yolaçtığı kuramsal sorunlarla bilim felsefesi özellikle 1960‘lı yıllardan itibaren
belirleyici bir güncellik kazanmıştır. Bilime duyulan güvenin sarsıldığı bir
dönemde, bilim felsefesi öne çıkmaya başlar. Bunda Karl Popper, Thomas Kuhn, Imre Lakatos, Paul Feyerabend gibi ünlü ve çok etkili bilim
felsefecilerinin özgün çalışmaları da belirleyici bir rol oynamıştır.
KARL POPPER
Karl Popper (d. 28 Temmuz 1902 – ö. 17 Eylül 1994) Avusturya kökenli İngiliz felsefeci. Bilim felsefesine önemli
katkılarda bulunmuştur.
Bilim Felsefesi
Yanlışlanabilirlik ilkesi, Popper’in bilim kuramının temelidir. Onun
bilimsel yöntem görüşü, “bütün sistemleri zorlu bir sınamadan geçirerek, sonunda
nispeten elverişli” sistemi seçmek amacıyla, her kuramı yanlışlamaya tabi
tutmaya dayanır. Çünkü Popper’e göre, tümevarım ilkesinin geçersizliği
nedeniyle, kuramlar hiçbir zaman deneysel olarak doğrulanamaz. Ama
yanlışlanabilir. O halde, bir teorinin bilimsel olabilmesi için yanlışlanabilir
olması gereklidir. Popper, Einstein’ın görecelik kuramı, Marx’ın tarih anlayışı, Freud’un psikanaliz kuramı ve Alfred Adler’in bireysel psikoloji
kuramlarına ilgi duydu. Özellikle Einstein’ın kuramının ileri sürdüğü bir
yaklaşım (güneşin yakınından geçen ışık ışınları, güneşin yerçekimi alanının
etkisine girerek eğilmeye uğrarlar) 1919’da güneş tutulmasının olması sırasında
doğrulanması Popper’i etkiledi. Popper’i etkileyen kuramın öndeyişinin doğru
çıkması değildi. Ön-deyinin doğru çıkmaması halinde, yanlışlanmış olacak olan
kuram derhal reddedilecekti. Önemli olan kuramın yanlışlanmaya açık biçimde
formüle edilmesiydi. Popper, diğer kuramların (Marx, Freud, Adler) sahiplerinin
hangi koşullarda kuramlarından vazgeçeceklerini belirtmediklerine dikkat çekti.
Doğrulayıcıları çok olan fakat yanlışlayıcıları belirsiz olan bu kuramlar ona
göre bilimsel olmayan kuramlardı. Popper, hangi kuram olursa olsun belli
koşullarda deneysel destek bulmanın kolay olduğunu; bilimselliğin ampirik
destek sağlamada değil, kuramın hangi koşullar altında yanlış olduğunu
belirlemeyi esas aldı. Eğer bir kuram yanlışlanabilir ise, bilimseldir. En iyi
kuram “zamana bağlı olarak yanlışlanabilir, çürütülebilir olan kuramdır”
demiştir Karl Popper.
Toplum Bilimleri: Popper’e göre yöntembilim
kuralları hem doğa bilimlerine hem de toplumbilimlerine uygulanabilir. Popper bütün
bilimlerin temelde aynı tür olaylarla ilgili olduğu anlamında, tek bir bilimden
hiç söz etmemiştir. Buna karşılık görece soyut bir düzeyde kalınması koşuluyla,
tüm bilimlerde aynı yöntembilimin uygulanabilirliğine inanır. Ona göre,
toplumsal olayların doğal olaylardan daha karmaşık olduğu tezi her zaman
geçerli değildir
Popper’in tarih bilimi üzerine de özel bazı
görüşleri vardır: Ona göre, olayların peş peşe gelişi hakkındaki bilimsel
açıklamalar, eğilimler ve ön-deyiler kanun değildir. Eğer mutlaka bir şey
denecekse bir yönelimdir. Yönelim ise kanunun aksine genel olarak bilimsel
ön-deyilere dayanak olarak kullanılamaz. Popper’in gösterdiği gerekçeler
şunlardır:
1. Beşeri tarihin akışı, beşeri
bilginin artışından şiddetli bir şekilde etkilenir.
2. Akli veya bilimsel metotlarla,
bilimsel bilgimizin gelecekteki artışını önceden haber veremeyiz.
3. Bu sebeple, beşeri tarihin
gelecekteki akış yönünü önceden haber veremeyiz.
4. Bu demektir ki, teorik bir
tarihin yani teorik fiziğe tekabul eden bir tarihi sosyal bilimin imkanını
reddetmemiz gerekir. Tarihsel ön-deyi için temel görevi yapacak herhangi bir
bilimsel tarihsel gelişme teorisi olamaz.
5. Bundan dolayı tarihselci
metodların ana hedefi yanlış kavranmıştır; ve böylece tarihselcilik
çökmektedir.
Bu durumda, Popper’e göre,
örneğin kuramsal fizik gibi bir kuramsal tarih disiplini olamaz. Tarih
gösteriyor ki, sosyal realite tamamen farklıdır. Tarihsel gelişmenin akışı, ne
kadar mükemmel olursa olsun, teorik inşalarla asla şekillendirilemez.
Çünkü eğer bu tür yeni bir
bilimsel sosyal takvim yapılmış olsaydı ve başkaları tarafından da bilinir hale
gelseydi (böyle bir şeyin uzun süre gizli tutulması mümkün olmazdı; çünkü ilke
olarak, herhangi bir kimse tarafından yeniden keşfedilebilirdi), bu durum hiç
şüphesiz bu etkinin öndeyilerini altüst edecek eylemlere sebep olacaktı.
Mesela, hisse senetlerinin fiyatlarının üç gün yükselip daha sonra düşeceğinin
öngörüldüğünü farz edelim. Açıktır ki, piyasayla ilgili herkes elindeki
senetleri üçüncü gün satacak ve böylece fiyatların o günden düşmesine yol
açarak, söz konusu öndeyiyi yanlışlayacaktı. Kısacası, kesin ve ayrıntılı bir
sosyal olaylar takvimi fikri kendi kendisiyle çelişkilidir ve bu sebeple kesin
ve ayrıntılı bilimsel öndeyiler imkansızdır. O halde tarih nasıl yazılır? Önce
tarihe belirli bir bakış açısından bakmaya karar verilir; sonra da tarihteki bu
görüş açısından geçerli olaylar betimlenir. Popper, bu bakış açısına, tarih
anlayışı adını verir ve bir tarih anlayışına sahip olmaksızın tarih
yazılamayacağını savunur. Bir tarih anlayışına sahip olmadıklarını söyleyenler
de, bunun bilincinde olmasalar bile, böyle bir anlayışa sahiptirler. Tarih
anlayışları sınanamaz ve dolayısıyla, doğru ya da yanlış oldukları söylenemez.
Paul
Feyerabend
Bilgi anarşisti Paul Feyerabend: Paul Karl Feyerabend (d. 13 Ocak 1924, Viyana – ö. 11 Şubat 1994), Avusturyalı filozof ve bilim felsefecisi. Karl Popper‘ın öğrencisidir, ancak daha
sonra tamamen Popper’a karşıt bir kuramsal konumda düşüncelerini
temellendirmiştir. 20. yüzyıl felsefesinde ve özellikle bilim felsefesi alanında Karl Popper, Thomas Kuhn ile birlikte en önemli ücüncü
isimdir. Kuhn’un görelikçi kuramına yakın ancak bilimin hem teorik hem de
toplumsal statüsüne dair radikal bir kuramsal reddiye konumuna sahiptir.
“Anarşist bilgi kuramının” en önemli isimlerinden biridir.
Biyografisi: Paul Feyerabend, 1946 yılında Viyana’da Tarih, Sosyoloji,Fizik, Astronomi ve Matematik okumaya başladı. Viyana Çevresi grubuna
ait filozof ve bilim felsefecisi Victor Kraft‘ın
yanında felsefe doktora sınavını verdikten sonra, British Consul‘dan burs
kazandı ve Londra‘ya gitti. Burada, Ludwig Wittgenstein‘ın yanında asistan olarak çalışmaya başlamayı
istiyordu. Bu zaman içinde Wittgenstein’ın ölmesi sonucunda Feyerabend, Karl
Popper’ın yanında göreve başlamaya karar verdi. Feyerabend ve Popper arasındaki
sevgi-nefret ilişkisi böylece temellendi. Feyerabend’in çoğu eseri, esas
bakımdan açık ya da örtük olarak hocası Popper’ın eleştirisini içermektedir. 1955 ve 1990 yılları arasında Berkeley, Hamburg, Auckland, Kassel, New Haven, Londra, Berlin gibi birçok yerde bulundu, aynı
zaman içinde Berkeley ve Zürih’teki Teknik Üniversite’de profesörlük yaptı.
1990′da her ikisinden birden emekliye ayrıldı. Feyerabend, Thomas Kuhn ile birlikte esas olarak
sosyolojik bilgi yönelimli görelikçi bilim felsefesinin savunucularından
birisidir. Yalnız Kuhn’dan daha farklı olarak Feyerabend, mantıksal tutarlılık
bakımından teorik iddialarını daha fazla sonuna kadar götürmekte ısrar eder ve
bu nedenle daha fazla tartışmalı bir konumda bulunur.
Feyerabend’in Bilim felsefesindeki yeri: Feyerabend’in bilim
felsefesindeki düşünceleri 1968′lerden sonra farklı bir gelişim göstermeye
başlar. Feyerabend hocası Popper’ın eleştirel akılcılığını ve bu temelde bilimi
temellendirme gişimini kabul edilmez bulur. Akılcılığın bilim felsefesinden
arındırılmasına yönelir, çünkü Feyerabend’e göre rasyonalizm, öncelikle ve esas olarak “yasa
ve düzen” rasyonalizmidir. Dolayısıyla o bilim felsefesinde görece bir bilim
anlayışını savunur. Bu bakımdan Feyerabend’in çalışması, bilim felsefesi
alanında, bilinen bir Anarşizm kuramı ya da felsefi bir Dadaizm olarak anlaşılır. Feyerabend,
bilimin ortodoks dogmatizmine karşı ya da başka bir deyişle
bilimin ortodoks dogmatik tarzda anlaşılışına karşı isyan eder.
Feyerabend, “Akla Veda” diyen
öncü isimlerden biridir. Aklı tek ve bütünsel bir nitelik, onun yönteminin de
tek bir yol izlediği fikri Feyerabend’in karşısına aldığı bir görüştür. Bunun
yanı sıra bilimsel kuramlara ve yönteme tanınan ayrıcalığa da itiraz eder. En
önemli metinlerinden birinin adı “Yönteme Hayır”dır. Bilimsel kuramlar tarihsel
olarak görelidirler ve bilgi bakımından diğer kaynaklardan üstün ya da
ayrıcalıklı bir konuma sahip olamazlar. Feyerabend’in geç dönem yazıları, bir
anlamda, Popper’in eleştirel rasyonalizminin geçersizliğini göstermek üzerine kuruludur. Ahmet İnam, Feyerabend’in bilime yönelik
anarşist girişimini şöyle değerlendiriyor;
Bilim düşmanlığı savunulmuyor
burada: Bilimin sınırlan, yeri yurdu, ortaya konuyor, tartışılıyor. Bilimde
yaratıcı olabilmiş, bilime katkıda bulunmuş Batılı insan için anarşizmin bir
anlamı var: Zincirlerinden kurtulmaya çalışıyor. Kör bilimciliğin tehlikelerini
görüyor. Feyerabend, deyim yerindeyse, bilimi ‘ti’ye alıyor, yer yer bir kara
mizah yapıyor bilim üstüne. Buna hakkı var: Bilimi tanıyor, bilim tarihi üstünde
ayrıntılı, kapsamlı çalışmalar yapmış, son gelişmeleri üstüne yabana
atılmayacak görüşler ileri sürmüş. . .
Feyerabend’in en keskin ifadesi
olan “Her şey uyar” (Anything goes) sözü, onun bilimi, din ya da sanat ile aynı
noktada ya da onlarla birlikte, mümkün olan bilgi olanaklarından biri olarak
ele almasının bir sonucu şeklinde ortaya çıkar. Bilim, din, sanat bunların her biri bilgi
edinmenin farklı yollarıdır, birbirlerinden daha üstün ya da öncelikli ya da
ayrıcalıklı değillerdir. Gerçekliğe ulaşmanın farklı yollarıdır bunlar.
Birbirleriyle ölçülebilir ya da kıyaslanabilir değillerdir. Tek bir yönteme
indirgenemezler. Buradan Feyerabend ve Kuhn “Eş-ölçülemezlik”
sorununa gelirler. Bu kavram özellikle Kuhn’a ait görünmektedir; yalnız Kuhn bu
meseleyi bilim içi farklı kuramların eş-ölcülemezliği bağlamında
değerlendirirken, Feyarabend daha ileri giderek bilimin kendisinin öteki bilgi
kaynaklarıyla eş-ölçülemezliği meselesi olarak ele almıştır.
Feyerabend’den Alıntılar: “O zamanlar, hatta daha da
yenilerde, çağcıl bilimin yükselişiyle yirminci yüzyıldaki gözden geçirilişi
sırasında, Bayan Us, araştırmanın güzel, yardımsever ancak zaman zaman
fazlasıyla koruyucu olabilen tanrıçasıydı. Bugün onun felsefi koruyucuları (ya
da pezevenkleri mi demeliyim?) Bu tanrıçayı ‘olgun’, yani geveze fakat dişleri
dökülmüş bir kadına çevirdiler. ”
Bilgi Üzerine Üç Söyleşi’nin kapak
arkasından;
“Düşünceler,
tıpkı kelebekler gibi, yalnızca varolmakla kalmaz; gelişir, başka düşüncelerle
ilişkiye girer, etkide bulunurlar.
Platon düşüncelerle yaşam arasındaki uçurumun söyleşiyle aşılabileceğini
düşünmüştü – kendisince, geçmiş olayların yüzeysel bir anlatımı olan yazılı
söyleşiyle değil değişik ortamlardan gelen kişiler arasında gerçek, sözlü bir
alışverişle. Söyleşinin denemeden daha esinleyici olduğuna ben de katılıyorum.
Savlar, uslamlamalar üretebilir. Savların, uslamlamaların işin içinde
olmayanlar ya da başka bir okuldan uzmanlar üzerindeki etkilerini gösterebilir,
bir denemenin ya da kitabın gizlemeye çalıştığı açık uçları ortaya serer, en
önemlisi yaşamımızın en sağlam olduğuna inandığımız parçalarının kuruntuluğunu
tanıtlayabilir. Sakıncalı yanı, bütün bunların yaşayan kişilerin, gözlerimizin önündeki
eylemlerine değil, kağıt üzerinde yapılması. Yine bir tür arıtkan etkinliğe
katılmaya çağrılıyoruz. Yine, “salt” bilgi de içinde olmak üzere, yaşamlarımızı
gerçekten biçimleyen düşünce, algı, duygu arasındaki savaşlardan çok uzağız. .
”
Kitapları: Yönteme Hayır, Türkçesi: Ahmet İnam, Paradigma yayınları,Haziran-Ağustos,1987 Akla Veda, Ayrıntı
yayınları Anarşizm Üzerine Tezler, Öteki yayınevi. Özgür
Bir Toplumda Bilim, çeviren; Ahmet Kardam, Ayrıntı yayınları, 1999. Bilgi Üzerine Üç Söyleşi,çeviren. Cemal Güzel, Levent Kavas, Metis yayınları, 1997.
Vakit Öldürmek, Nedim Çatlı, Ayrinti yayınları, 1997.
Thomas Samuel
Kuhn
Thomas Samuel Kuhn (d. 18 Temmuz 1922 – ö. 17 Haziran 1996) ABD’li filozof ve bilim tarihçisidir. Kuhn’un en önemli yapıtı “The Structure of Scientific Revolutions” adlı kitabıdır.
HAYATI: Thomas Samuel Kuhn 1922 senesinde
Cincinnati´de bir musevi ailenin cocuğu olarak dünyaya gelir. Babası mühendis
olarak çalisir. 1940´da babasının da okuduğu Harvard Üniversitesi´nde fizik
okur. Üniversite döneminde ayrıca felsefe ve edebiyat dersleri alır ve
öğrenciler tarafindan yayımlanan Harvard Crimson gazetesinde yazarlık yapar.
Lisans sonrası 1943´de Harvard´da
bulunan bir radyo araştırma laboratuvarında calışır. Orada, Ingiltere´de ve
Fransa´da radar teknisyeni olarak calışır. Ikinci dünya savaşından sonra
Harvard´a döner. Master´ı aldıktan sonra 1949 senesinde sonrakı Nobel ödüllüsü
Jophn H. van Vleck´in yanında doktorasını tamamlar. O zamanlar asıl korucusu
Harvard´in Rektörü James B. Conant´dır. Conan Kuhn´u bir fizikci için çok
sıradışı olan Harvard Crimson´daki çalışmaları ve bir edebiyat-felsefe külübüne
katılmasından dolayı protejesi olarak seçmiştir. Conant´in isteği üzerine Kuhn,
henüz doktorasını tamamlamadan önce bir bilim tarihi kursu vermiş. Bu verdiği
kurs kendisini o kadar etkiler ki, bunun ardından bir fizikci olmaktan vazgeçer
ve bir tarihci ve felsefeci olmaya karar verir.
Yine Conant´in önerisi üzerine
Kuhn Harvard´daki Society of Fellows birimine üye olur. Orada bilim tarihi ile
ilgilenir, asıl ilgisi ancak her zaman bunun felsefeye olan etkisi olmuştur.
Kuhn 1956´da Berkeley Üniversitesi´nde bilim felsefesi ve tarihi dalında
yardımcı profesör olarak başlar, ve bir kaç sene sonra full profesörlüğü kabul
eder. Berkeley´de Bilimsel Devrimlerin Yapisi adlı eserini yazar. Bu kitap,
kendisi onun için „Essay“ der, aslında International Encyclopedia of Unified
Science ansiklopedisinin bir paçrası olarak tasarlanmştı. Kuhn´un çıkış noktası
o zamanlar henüz pek tanınmayan ve Ludwik Fleck tarafından yazılan ve Kuhn´un
kendi görüşlerinin coğunu içinde barındıran Entstehung und Entwicklung einer
wissenschaftlichen Tatsache adlı eserdir
1964´ten 1979´a kadar Princeton
Üniversitesi´nde öğretim üyesidir. Sonra MIT Massachusetts Institute of
Technology, Cambridge MA)´ye geçer ve burada 1991´de emekliliğe ayrılana kadar
kalır. Kuhn International Academy of Science´ın kurucularından. Bu çok
etkilediği kurum tarafından Thomas Kuhn Award ödülü verilmekte.
Thomas Samuel Kuhn 1996´da 73
yaşında kanser yüzünden vefat eder.
Kuhn’un bilimsellik görüşünde iki
önemli kavram vardır. Bunlar paradigma ve bunalım kavramlarıdır.
Kuhn’un felsefe etkinliği üç
aşamalıdır. İlki normal (olağan bilim etkinliği) ikincisi olağan üstü bilim
etkinliği ve sonuncusu bunalımdır. Olağan bilim, bir paradigma var olduğu zamanki
dönemdir. Paradigma iki yanlıdır. İlk olarak yeni gelenek başlatır. Eski
geleneğe inananları kendine bağlar. Diğeri ise örnek sorunlar ve çözümler
sunmasıdır. Gelecek nesillere yeni soru ve sorunlar bırakacak kadar geniş
uçludur. Büyük başarıyı temsil eden,ilişkin olduğu alanda nesneyi başarılı
olarak açıklayabilen, bilimsel gelişmelere açık olan, gelecek kuşaklara
çözülecek problem bırakan yapıtlar paradigma oluştururlar.
Doğa yasalarını andıran ona
sığmayan birtakım sanılardan oluşan çerçevelere paradigma denir.
Bir bilim topluluğunda bir
paradigma oldugunu düşünelim. Bu bir süre iş görür. Bir süre sonra bir yerde
kuramla olgu arasında uyuşmazlık çıkar. Bunu ele almak bunalıma yol acar.
Paradigmanın çözemeyeceği bir durum olduğunda bunalım derinleşir. Bu
paradigmanın işe yaramadığını gösterir. Yeni paradigmaya yemin hazırlar.
Yalnız, aykırı tek bir örnekten ötürü paradigma yanlıslandı diye kenara
bırakılamaz.
Paradigmanın güvenli olmadığı
durumlarda,yeni açıklayamadığı bir şey olduğu durumlarda bunalım yaratmak
gerekir. Eski paradigmaya inanan bilginler kopsun diye yapılır bu. Böylece
olağan üstü bilim etkinliği dönemi gelir. Bu yeni paradigma ortaya çıkana dek
sürer. Olağan üstü bilim etkinliği iki paradigma arasındaki bir geçiş
dönemidir. Bu geçiş birikimsel değil, devrimseldir.
Kuhn bilimin bu işleyisini bilim
tarhine bakarak bildiğini söyler.
Bilimin iki türlü boyutu vardır:
SOSYOLOJİK BOYUT: Bilgi saf toplumda yaşamaz. Mutlaka çevre etkisi vardır.
Topluluk onları belirler. Bu nedenle birtakım paradigmalar olmak zorundadır.
PSİKOLOJİK BOYUT: Yeni paradigma oluştururken ki durumdur. Eski paradigmadan
yeni paradigmaya bağlanmak zordur. Kuhn bunu din değiştirmeye benzetir.
KUHN’LA GELEN TUTUM DEĞİŞİKLİKLERİ: Bilim tarihini hesaba kattı.
Geçmişte bilimsel başarılar ortaya koyarken bilginler nasıl yol izledi? Bilim
tarihine bakarız ve “nesnellik ve saf deneyci tutumun” olmadığını görürüz.
Sosyolojik boyutu hesaba kattı.
Önceden bilginler yalıtık varlıklarmış gibi davranıyorlardı. Buluş bağlamı
sırasında bilgin tüm kabulerden bağımsız olmalı gibi bir düşünce vardı.
Psikolojik boyutu hesaba kattı.
Bilginler yeni paradigmayı kabul ettirebilmek için us dışı yöntem (ikna etme)
kullanırlar. Eski paradigmayla iş gören toplumlar kendi inançlarını sürdürmekte
israrlı olurlar.
Werner
Heisenberg
Karl Werner Heisenberg, 5 Aralık 1901 Würzburg‘da doğdu, 1 Şubat 1976 Münih‘te öldü. Kendi ismiyle anılan Belirsizlik İlkesi‘ni bulan Alman fizikçi, atom yapısı bilgisine katkılarından
dolayı 1932 yılında fizik dalında Nobel Ödülü’ne layık
görüldü.
Münih Üniversitesi’nde Arnold Sommerfeld ile beraber araştırmalar yaptı. Daha sonra Max Born, David Hilbert ve Niels Bohr gibi meşhur fizikçilerle
çalıştı. 1941 yılında atom bombası yapımında Almanya‘ya destek olması için Bohr’u
ikna etmeye çalıştı, ancak ahlaki nedenler yüzünden Bohr teklifi redetti.
Heisenberg (1925‘te) ve Erwin Schrödinger (1926‘da) çok
yakın zamanlarda birbirlerinden bağımsız olarak atomun kuvantum (dalga)
mekaniğini farklı olarak, fakat matematik yönünden eşit şekilde
formüllendirdiler. Bu teoriler 1928 senesinde İngiliz teori fizikçisi Paul Dirac tarafından genişletilip
geliştirildi. 1927‘de Leipzig Üniversitesi fizik
profesörlüğüne tayin edildi. Aynı yıl meşhur belirsizlik prensibini ortaya koydu.
1941 senesinde şimdiki Max Planck Enstitüsü‘nün müdürü olan Heisenberg, 1958‘de, atomun içindeki temel
parçacıkların yapısını izah eden, birleşik şaha teorisinin formülünü ortaya
koydu. Heisenberg, hiçbir fizik bilgininin açıklama yapamadığı bir konuyu da
aydınlattı. Bu konu, atom çekirdek yapısına ait olup; Mezon Alan Teorisi olarak isimlendirilmiştir.
Mezon
Alan Teorisi: Atom çekirdeğinde protonlar ile nötronlar bulunur. Protonlar artı (+)
yüklü olduğundan bir arada bulunamazlar. İşte bunun nasıl mümkün olduğunu
açıklar Mezon Alan Teorisi.
Heisenberg’in Belirsizlik Prensibi: Bir elektronun
yerini tespit edebilmek için dalga boyu kısa olan ışınlara ihtiyaç vardır. Bu
ışınlar da enerji paketlerinden (fotonlardan) ibaret olduğundan, elektrona
çarparak onun yerini değiştirirler (Compton Olayı). Elektrona çarparak onu
etkilememesi için fotonları çok
küçük ve dalga boyu uzun olan ışınların kullanılması gerekir. Bu suretle
elektronun hareketinde önemli bir değişme olmayacaktır. Fakat uzun dalgalı
ışınlar kuvvetli bir görüntü sağlamadığından, ancak çok belirsiz bir görüntü
elde edilir. Şu halde, bir elemanın yerini tespit etmek mümkün değildir. Genel
ifadeyle; birbirine bağlı iki büyüklük aynı anda, yüksek duyarlılıkla ölçülemez
(birinin ölçülmesindeki duyarlılık arttıkça diğerinin ölçülmesindeki duyarlılık
azalır). Enerji-zaman, açısal konum-açısal momentum, konum- momentum bu
fiziksel büyüklükler olup, bu iki büyüklüğün ölçüm hatalarının çarpımı Planck
sabitine büyükeşittir.
1956 senesinde İstanbul’a gelip
konferanslar veren Heisenberg, bir konferansında sözlerini şöyle bitirmiştir:
“Bütün nutuklarımda, atomdaki enerjiden nasıl istifade edilebileceğini
anlattım. Şimdi aklımıza haklı olarak, şu soru gelmektedir: Bu muazzam kudreti,
küçücük yere kim ve nasıl koydu?” [1]
Popüler Kültürde Heisenberg: Heisenberg’in hocası Bohr ile II. Dünya Savaşı sırasında ideolojik fikir ayrılığına düşmesi ve
Heisenberg’in Bohr’u 1941 yılında Kopenhag‘da ziyaretinde aralarında geçen
konuşma bir çok spekülasyona neden
olmuş ve herhangi bir resmi kaydı olmadığı için aydınlatılamamıştır. İngiliz yazar Michael Frayn‘ın 1998 sahnelenen Kopenhag adlı
oyunu bu görüşmeyi anlatmaktadır.
René Descartes
René Descartes (Röne Dekart
okunur) (31 Mart 1596-11 Şubat 1650) Fransız matematikç i,
bilimadamı ve filozof. Batı düşüncesinin son yüzyıllardaki en önemli
düşünürlerinden biri.
Hayatı: 1596 yılında La Haye (şimdi
Descartes), Touraine, Fransa‘da doğan
ünlü düşünür, eğitimini Anjou‘da
bulunan bir Cizvit kolejinde gördü. Sağlık
bakımından zayıf olan Descartes, özellikle çocukluğunda sık sık hastalıklarla
boğuştu. 1616 yılında Poitiers Üniversitesinden hukuk diplomasını aldı. Gençlik yıllarında çeşitli
dönemlerde orduda hizmette bulundu. Bu hizmetlerin dışında Avrupa’nın birçok
ülkesine yolculuklar yapıp, çeşitli şehirlerde yaşadıktan sonra 1628 yılında
Fransa’ya geri döndü ve felsefe ve optik üzerine değişik deneyler yaptı. Aynı
yıl Hollanda‘ya yerleşti.
Hayatı boyunca geç kalkma
alışkanlığı oldu. 1649 yılında,
zamanın İsveç Kraliçesi Christina’nın davetiyle Stokholm‘a yerleşti ve burada kraliçeye
dersler vermeye başladı. Kraliçenin isteğiyle, filozofun uyanık olmaya alışık olmadığı
kadar erken bir saat olan, sabah beşte yapılan dersler ve ülkenin soğuk iklimi yüzünden Descartes, İsveç’e
gelişinin birkaç ay ardından 11 Şubat 1650′de zatüreden dolayı yaşamını
yitirdi.
Descartes bilime ve matematiğe
önemli katkılarda bulunmuştur. Optikte yansımanın temel kanununu bulmuştur;
geliş açısı gidiş açısına eşittir. Matematiğe olan en büyük katkısı ise analitik geometri üzerine olmuştur. Cebirin
geometriye uygulanması üzerine çalışmıştır. Kartezyen Geometri ifadesini ortaya
atmıştır. Eğrileri onları üreten denklemlere göre sınıflandırmıştır. Alfabenin
son harflerini bilinmeyen çokluklar için, ilk harflerini de bilinen çokluklar
için kullanmıştır.
Descartes’ın felsefe tarihindeki
önemi, kilise odaklı orta çağ felsefesini
içinde bulunduğu darboğazdan çıkarıp Yeni Çağ‘a taşımasından
kaynaklanmaktadır. Descartes’ın çalışmaları “Akılcılık” akımının doğmasına yol
açmıştır.
Filozofun görüşleri, başta
“Düşünüyorum öyleyse varım” (Cogito ergo sum) çıkarımı olmak üzere, günümüzde
de halen pek çok eserde alıntı olarak bulunabilmektedir. “Kesin olan bir şey
var. Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek. Şüphe etmek düşünmektir. Düşünmek ise
var olmaktır. Öyleyse var olduğum şüphesizdir. Düşünüyorum, o halde varım. İlk
bilgim bu sağlam bilgidir. Şimdi bütün öteki bilgileri bu bilgiden
çıkarabilirim. “
Düşünceleri kendinden sonraki
bütün filozofları etkilemiştir. 17 ve 18. yüzyıllarda Descartes’ın etkisi
kolayca görülebilir. Locke, Hume, Leibniz ve Kant; Descartes’ın düşüncesine yanıt
vermeye çalışmışlardır. Bu bakımdan modern felsefenin babası sayılmaktadır.
Imre Lakatos
İmre Lakatos (9 Kasım, 1922 – 2 Şubat, 1974), bilimsel gelişmeye ilişkin araştırma
programlarıyla ün kazanmış olan çağdaş bilim felsefecisi. Lakatos, aynı zamanda klasik
bilim anlayışına yönelik itirazlarıyla tanınmıştır.
Düşünceleri: Pozitivist bilim ideali ve anlayışının
eleştirisini yapan Lakatos’a göre, bilimde nihai doğrulama ve nihai yanlışlama
yoktur. Bilim yanılabilir, hataya düşebilir. Bilimde kesin doğrularla, kesin
yanlışların olamayacağını söyleyen Lakatos’a göre, bilimde hakikati garanti edecek, doğruluğu
teminat altına alacak, genel-geçer, evrensel ve rasyonel yöntemler yoktur. Bundan dolayı, bilimin
kesin ve değişmez bir yöntemi olamaz. Bu bakımdan Paul Feyerabend‘i etkilemiştir; onun Yönteme Hayır adlı
ünlü kitabının Lakatos ile yazışmalarının bir ürünü olduğu bilinmekltedir. Karl Popper, Thomas Kuhn ve Feyerabend arasında meydan
gelmiş olan bilimin niteliğine, geçerliliğine, yöntemine, kuramsal statüsüne
dair tartışmalarda kendine özgü bir yol izlemiştir. Bu yolda Lakatos bilimin rasyonel bir şekilde ilerlediğini
kanıtlamaya çalışır. Hem Popper hem de Kuhn karşıtı önermeleri sözkonusu
olmakla birlikte Lakatos, daha çok bunlar arasında bir tür sentez arayışında
bir bilim felsefecisi olarak görünmüştür.
Bilim
felsefesindeki yeri: Popper’ın
öğrencisi olmakla birlikte onun yanlışlanabilirlik ilkesiyle temellendiridiği bilim anlayışını eleştirmiştir.
Onun düşüncelerinin özgünlüğü Popper ile Kuhn arasındaki tartışmalarda bir tüz
sentez arayışıyla hareket etmiştir. Biliminin anomalilerle her
zaman bir arada bulunduğunu ileri sürmüş, belirli bir teorinin doğrulanma ya da
yanlışlanmasının belirli bir anda olanaklı omadığını savlamıştır. Bilimsel bir
teori bu belirli anomalileri zaten ad hoc varsayımlarla kanıtlamaya
çalışır, ki bu nedenle belirli bir teoriyi reddedebilmek sanıldığı kadar kolay
değildir.
Belirli bir teorinin diğer ya da
önceki teoriden daha geçerli olması, bu yeni ya da farklı teorinin daha fazla şeyi
açıklayabiliyor olmasıyla ilgilidir ona göre. Bu yaklaşım biçimi teoriler
arasında bir süreklilik ilişkisi kurar. Buna göre, çelişiyor göründüklerinde
bile, teorilerin belirli bir şekilde birbirlerini kapsamaları sözkonusudur. Bir
tür birikimci bir bilgi anlayışı ortaya konulmaktadır Lakatos tarafından, ancak
Kuhn’un bu birikim olanağını geçersiz ilan eden varsayımlarına bir açıklama
getirilmemektedir. Öte yandan Lakatos bilimsel gözlemin nesnel bir şekilde yapılmasını
öngörerek, bir anlamda ampirist bilgi anlayışlarına olanak verir. Bu da sert
eleştirilere maruz kalan pozitivizm ve ampirizm konularında kesin olmayan bir
önerme olarak görünür.
“Realist
rasyonalizm“:
Rasyonalizm
ve empirizm konularında da Lakotes’in sentez arayışında olduğu, ve bu noktada
eleştiriyor olsa da Popper’a Kuhn’dan daha yakın durduğu söylenebilir. Lakatos
bu anlamda, Popper’ın kimi görüşleriyle kendi temel savları arasında çelişmekle
eleştirmiş olan Popperci çevreye dahil edilebilir. Onun girişimleri Kuhn’un
varsayımlarını en önemli oldukları noktada yadsımaya yönelik olarak
görünmektedir. Birikimci bilgi anlayışıyla Kuhn’un paradigma kavramına da itiraz etmiştir
Lakatos. Feyerabend daha sonra Lakatos’ın önermelerini farklı noktalardan
eleştirecek, Kuhncu görelikciliği uç noktalara taşıyacaktır. Lakatos’ın aksine
Feyerabend bilimdeki teorilerin birbirlerini yadsıyarak ortaya çıktıklarını öne
sürer. Feyerabend onun rasyonalist eksenli düşüncelerini “realist rasyonalizm”
olarak eleştirir.
Henri Poincaré
Henri Poincaré 29 Nisan 1854 Nans‘de
doğdu, 17 Temmuz 1912 Paris‘de öldü. Fransız matematikçi ve
fizikçi.
1881 yılında ölümüne dek Sorbonne
Üniversitesi’nde profesörlük görevinde bulundu. Poincaré, her yıl çok değişik
konularda çok parlak dersler vermiştir; bunlar arasında, potansiyel kuramı,
ışık, elektrik, ısının iletilmesi, elektromagnetizma, hidrodinamik, gök mekaniği, termodinamik gibi matematiksel fizik konuları
ile olasılık teorsisi gibi matematik konuları bulunmaktadır.
Poincaré vermiş olduğu derslerin
yanı sıra, yazmış olduğu çok sayıdaki yapıtla da etkili olmuştur. Türkçe’ye de
çevrilen “Bilimin Değeri” ve “Bilim ve Varsayım” gibi bilim felsefesiyle ilgili
kitapları bunlardan sadece birkaçıdır. Ayrıca otomorfik ve Fuchs fonksiyonları, diferansiyel denklemler, topoloji ve matematiğin temelleri
hakkında makaleler yayımlamış, diferansiyel denklemlerin çözümü için genel bir
yöntem bulmuştur. Matematiğin temelleriyle ilgili olarak, matematiksel
düşünmenin gerçek aracının matematiksel indüksiyon olduğunu düşünmüş ve bu
yöntemin sezgisel olarak daha basit bir yönteme indirgenebileceğine ihtimal vermemiştir.
Newton, matematik astronomiye çok
sayıda problem getirmişti. Euler, Lagrange ve Laplace bu alanda çok ileri adımlar
attılar. Bu matematikçiler ulaşılmaz devler gibi görülüyorlardı. Cauchy, karmaşık fonksiyonlar kuramını
geliştirince, Poincaré’ye bir silah depo kalmıştı. İşte bu kuvvetli silahlarla
gök mekaniği Poincaré gibi dev bir matematikçiyi bulmuştu. Böylece, matematik
astronomi son şeklini Poincaré ile buldu. Bu alandaki en büyük başarısını 1889 yılında üç cisim problemiyle
elde etti. İsveç Kralı II. Oscar, n cisim
problemini yarışmaya sundu. Poincaré bu n cisim problemini çözemedi. Fakat, Weierstrass, Hermite ve
Mittag-Leffler’in de bulunduğu jüri, dinamikteki diferansiyel denklemlerin genel
tartışması ve üç cisim problemi üzerindeki denemesi nedeniyle bu ödül
Poincaré’ye verildi. 2500 kronluk ödülü Poincaré aldı ve Fransa da İsveç
Kralından aşağı kalmamak için ona Fransızların büyük bir rütbesini verdi.
Poincaré gök mekaniği ile de ilgilenmiş, özellikle Üç
Cisim Problemi üzerinde durmuştur. Bu alanla ilgili olan ıraksak serileri
incelemiş, Asimptot Açılımları Kuramını geliştirmiş, yörüngelerin düzenliliği
ve gök cisimlerinin biçimleri gibi konularla ilgilenmiştir. Aynı konular Laplace‘ın da ilgi alanı içine
girmektedir; ancak Poincaré her yönüyle özgündür. Görelilik, kozmogoni, olasılık ve topolojiyle ilgili modern kuramların hepsi
Poincaré’nin araştırmalarından oldukça etkilenmiştir.
Nedensellik
Nedensellik, genel olarak nedensellik ilkesi olarak bilinen ve olay ve olguların birbirine belirli bir şekilde
bağlı olması, her şeyin bir nedeni olması ya da her şeyin bir nedene bağlanarak
açıklanabilir olması ya da belli nedenlerin belirli sonuçları yaratacağı, aynı
nedenlerin aynı koşullarda aynı sonuçları vereceği iddiasını içeren felsefe
terimi.
Tanım:
Aynı neden aynı sonuca yol açtığına göre neden–sonuç bağlantısı kesin ve
değişmezdir. Bu anlamda evrendeki tüm olay ve oluşlar, kesin, değişmez ve
öngörülebilirdir. Diğer bir anlatımla evren, gözlemcinin ya da deney yapanın
iradesinden bağımsızdır.
Aynı genellik içinde, belli bir
olguyu bilmek onun nedenini bilmek olarak anlaşılır ve bu bakımdan “Neden?
sorusu” bilimin temel sorusu olarak görülür. 20. yüzyılın başlarına kadar bilimin temel
yasası olarak Nedensellik ilkesi öne sürülmüştür. Kuantum fiziğiyle birlikte bilimin ilkesi olarak
nedensellik tartışmalı bir konuma gelmiştir ve bu tartışma hem bilim
kuramcıları hem de felsefeciler tarafından değerlendirilmeye devam
edilmektedir.
Felsefe tarihi boyunca nedensellik
tartışılagelen bir konu olmuştur. Epistemoloji, ontoloji, metafizik alanlarında nedensellik ilkesi
üzerine çok geniş bir tartışma tarihi bulunmaktadır. Nedensellik-belirsizlik, nedensellik-özgür irade, nedensellik-olumsallık,
nedensellik-belirlenimsizlik, nedensellik- raslantısallık vb. konu
başlıkları felsefe tarihi içindeki bazı tartışılagelen konu başlıklarını
göstermektedir. Felsefi bir kavram ve eğilim olarak determinizm nedensellik ilkesi üzerinde
temellenir.
Gerekircilik:
Gerekircilik, evrendeki tüm olay ve süreçlerin nesnel gerçeklik olduğunu kabul
eden bir yaklaşım olarak, nedensellik ilkesi üzerine kurulu bir felsefi
yaklaşım biçimidir. Buradaki nesnel gerçeklik, tüm olay ve süreçlerin nesnel yasalarca
belirlendiği anlamındadır. Son tahlilde nesnel gerçeklik, neden – sonuç
ilişkisine dayanır, her sonuç bir nedene dayanır ve her sonuç başka bir sonucun
nedenidir.
Dünyaya gerekirciliğin bakış
açısıyla bakmak, farklı yorumlarla ortaya çıkmıştır. Bu görüş temelinde insan
iradesi ve özgürlüğünün yok sayılması da, insan iradesine çok geniş bir
özgürlük alanı açılması da sözkonusu olabilmektedir.
Nedensellik ilkesi ve
gerekircilik hem metafiziğin hem de
bilimsel düşüncenin içinde temel rol oynayan kavramlardan başlıcalarıdır.
Bilimsel düşünce açısından nedensellik insana, nesnel dünyanın bilinebilir ve
olanaklar çerçevesinde değiştirilebilir olduğunu göstermiştir. Herhangi bir
olayda neden – sonuç ilişkisi biliniyorsa, nedenin değiştirilmesiyle sonuç da
değişecektir. Bilimsel gelişmenin temelinde yatan en önemli öncüllerden biridir
bu bakış açısı.
Dinsel
nedensellik: İnanç gerekirciliğinde (ilkel şekli ihmal edilirse) dünyadaki her
şeyin bir gayesi olduğuna ve ilahi bir kudret dahilinde belirlenen bir sonun
mevcut olduğuna inanılır. Bu nedenselliğin ve gerekirciliğin ilkel şeklini Saint-Augustin ile Dante, çağdaş biçimini ise Hegel savunmuştur. Bu çeşit
düşüncelerle determinizm
temellendirilmiştir bir anlamda.
“Neden?” sorusu bilimsel
düşünmenin gelişiminde etkili olmuş ve tarih boyunca ele alınışı değişimlere
uğramıştır. Belirli gelişmelerin sonrasında ise neden sorusundan nedensellik
kavramına geçildiği görülür. Özellikle Newton’un bulguladığı bilimsel
gelişmeler ve doğa bilimlerinin o dönemdeki ilerlemesi sonucunda nedensellik
kavramının öne çıktığı söylenebilir. Nedensellik bir şeyin nedenini bilmek, ve
bu da, bir şey meydana gelmişse ondan önce başka bir şey meydana gelmiştir
düşüncesine sahip olmak anlamına geliyordu ve böylece, buradan da gelecegin
kestirilebilir/bilinebilir bir şey olduğu fikrine varılıyordu. Eğer bir olayın
geçmişteki nedeni biliniyorsa gelecekteki sonucuda bilinebilir olarak ele
alınıyordu. newton fiziğinde, blirli bir anda eğer bir sistemin durumu
biliniyorsa gelecekteki durumunun da ne olacağı tespit edilebilir olarak
alınır. Nedensellik bu anlamda bir neden-sonuç ilişkisi olarak anlaşılmaktadır.
Werner Heisenberg ve benzer kuantum fizikcilerinin itirazı tam da bu noktaya
ilişkindir;çünkü belirli durumlarda (atom altı dünyada) bir şeyin konumunu ve
hızını aynı anda bilmenin olanaklı olmadığı, bunun çeşitli olasılıksal
hesaplara bağlı olduğu sonucu ortaya çıkmıştır. Böylece nedensellik ilkesinden
giderek belirsizlik, olasılıksallık, rastlantısallık gibi kavramlara yönelim
sozkonusu olmuştur.
Bilimde
nedensellik: İlk Çağlardan 20. yüzyıl başlarına kadar gelişerek ve
derinleşerek gelmiş olan bilin düşüncesinde ve bilim teorisinde geçerli olan
nedensellik anlayışı ya da nedensellik kavramının kavranılışı, ünlü bilim
insanı Albert Einstein‘ın
popüler sözü “Tanrı zar atmaz” değişinde ifadesini bulur. Herşeyin birbirine
bağıntılılığı, her gelişmenin ya da sonucun bir önceki olayın ya da etkinin
ürünü olduğu düşüncesi, geriye doğru gidildikçce sonsuz bir neden-sonuç
ilişkisinin varolduğu düşüncesi bu bağlamda değerlendirilir. Bu düşünceye göre
bilimin temel sorusu, Neden? sorusudur.
Ayrıca, benzer nedenlerin benzer
koşullarda aynı sonucu vereceği önermesi de nedensellik ilkesinin temel
önermelerinden biridir. Francis Bacon, doğa bilimlerindeki
gelişmelerle nedensellik ilkesinin açık bir şekilde bilimin temeli olarak
kanıtlandığını öne sürmüştür. Özellikle fizik bilimi uzun yıllar nedensellik
ilkesi altında tanımlanmış ve değerlendirilmiştir. Kuantum fiziginin gelişiminden
itibaren ise, bilimin bütün ilkelerinin yanı sıra en çok tartışılan ilkesi
nedensellik ilkesi olmuştur.
Bilim felsefesi 20. yüzyılda
bilimin niteliği üzerine önemli tartışmalar kaydetmiştir ve bilinen anlamda
nedensellik ilkesinin eleştirisi yaygın bir eğilim olarak şekillenmiştir. Bilim
kuramcıları ve bilim felsefecileri kaos, olumsallık, belirsizlik, belirlenimsizlik, olasılık, raslantı gibi kavram ve kategoriler
aracılığıyla bilimsel nedensellik fikrini karşılaştırmakta, farklı yollar
aramaktadırlar. Belirsizlik ilkesi, nedensellik ilkesi karşısında giderek öne çıkmış
ve güçlenmiştir. . Özellikle pozitivizmde nedensellik kavramına
belirleyici bir önem ve yer verildiği görülür. Bu anlayışta nedensellik
ilkesiyle, geçmiş olayları bilerek bugünü görecegimiz ve hatta geleceği
bilecegimiz ileri sürülür.
Bu yaklaşım günümüzde çok az
destek görmektedir. Einstein’in Kuantum fizikcilerine itiraz etmek için öne
sürdüğü “tanrı zar atmaz” sözüne rağmen olasılık ve raslantı kavramlarının
bilimsel düşüncede giderek güçlendiği söylenebilir. Eistein’ın bu görüşüne
karşı “tanrı’nın ne yapacağını bilemeyiz” cevabı verilmiştir.
Her olayın maddi veya manevi
birtakım nedenlerin zorunlu sonucu olduğunu kabul eden felsefi görüş
determinizm olarak adlandırılır. Determinizm bütün olayların, hiç kimsenin
değiştiremeyeceği bir şekilde, doğaüstü bir güç tarafından saptanmış olduğunu
kabul eden fatalizme (sabit kadercilik) karşı çıkar. Determinizme göre insan
kaderini kendisi yaratır, fakat evrensel yasalar çerçevesinde. Her olayın maddi
ve manevi bazı nedenlerin sonucu olması kuralı ise nedensellik kuralı olarak
adlandırılır. Nedensellik kuralı rastlantı diye bir şeyin olmadığını ortaya
koyar.
Belirsizlik
ilkesi
Nicem fiziğinde Heisenberg’in
Belirsizlik İlkesine göre, bir parçacığın etmeni ve
konumu aynı anda tam doğrulukla ölçülemez (etmenin değişimi = kütle değişimi x
hız değişimi). Belirsizlik ilkesini 1927 yılında Werner Heisenberg buldu. Belirsizlik ilkesini daha
da genellenmiş olarak anlatmak istersek şunları söyleyebiliriz. Kökleşik
fizikten ayrı olarak Nicem fiziğinde her fiziksel niceliğe denk gelen bir reel
sayı değil, bir işletmen vardır. Bu işletmenler kökleşik mekanikten ayrı olarak
sayısal değerler ile değil matrisler ile temsil edilir. Dolayısyla, nicem
mekaniğinde ölçülen fiziksel niceliğin ölçüm sırası önemlidir. Herhangi iki
fiziksel niceliği (örneğin: konum ve etmen) ele alalım. Eğer bu fiziksel
niceliklere denk gelen iki isletmenler yer değiştiremiyorsa bu iki niceliğin (örneğin:
etmen ve konum) aynı anda ölçülmesi olanaksızdır. Bu durumda kesin sonuçlardan
değil, bir ortalama değer yakınlarında dalgalanan değerlerden sözedebiliriz.
Genel bakış: Bir parçacığın
konumu ne denli doğrulukla ölçülürse (yani konumunun belirsizliği ne denli
küçük olursa), buna karşılık etmeninin belirsizliği aynı oranda büyük olur.
Tersine, etmendeki belirsizlik küçüldükçe, aynı oranda konumunun belirsizliği
büyür. Ancak bu belirsizlik deneysel ölçümlerden değil doğrudan matematikten
elde edilmiştir. Fourier analizinde x ve k uzayları arasındaki dönüşümler ele
alınırsa eşitsizliğinden yola çıkılarak De Broglie-Einstein denklemlerinden
etmen ile ilgili anlatım yerine konulursa
elde edilir. Burada Δx, x
konumunda ki belirsizliği, Δpx ise x yönündeki etmendeki belirsizliği temsil
eder. Görüldüğü üzere birbirine dik eksenlerde herhangi bir belirsizlik yoktur,
diğer bir deyişle y yönündeki konumla x yönündeki etmen aynı anda sonsuz
duyarlılıkla elde edilebilinir.
Belirsizlik ilkesi enerji ve zaman ilişkisi için de geçerlidir.
Belirsizlik ilkesinin daha iyi anlaşılması için benzer bir örnek: Bir
elektromanyetik dalganın sıklığını
(titreşim sayısını) Âölçmek için belli bir süre beklemek gerek. Yani dalganın
sıklıgını belli bir anda ölçmek olanaksızdır. Bekleme süresi uzadıkça zaman
belirsizleşir. Titreşim sayısı ve enerji nicelği az Dalga boyu uzun Bekleme
süresi uzun Belirsizlik büyük
Titreşim sayısı ve enerji nicelği
çok Dalga boyu kısa Bekleme süresi kısa Belirsizlik küçük
Enerji niceliği ne denli azsa,
aynı oranda dalga boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi uzar ve ölçülen
zaman belirsizleşir. Tersine; Enerji niceliği ne denli çoksa, aynı oranda dalga
boyuyla bağlantılı olarak bekleme süresi azalır ve ölçülen zamanın belirsizliği
azalır. Bu da determinizm ele verir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder